Yılmaz Güney’e ait olduğu bugüne kadar bilinmeyen ve kitapları içinde yayınlanmamış bir öyküsü gün yüzüne çıktı. Yılmaz Güney’in söz konusu öyküsünü orijinal halini bozmadan gazetemizde verdik
Ahmet Güneş
Edirne’de yaşayan, amatör araştırmacı Hakan Meriç, yayınlamaları için Güney dergisine öyküyü gönderdi.
Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi tarafından bir açıklama yayımlandı. Açıklamada, yaptıkları araştırmada öykünün Yılmaz Güney’e ait olduğunu tespit ettiklerini belirtildi.
Yapılan açıklamada şöyle denildi: “Yılmaz Güney’in 19 yaşındayken yazdığı “Hıltan” isimli öykü “Seçilmiş Hikâyeler Dergisi”nin Cilt 12, sayı 59’da, (Aralık 1956) Yılmaz Pütün ismiyle yayınlanmış. Yılmaz Güney sanata lise yıllarında edebiyatla başladı. Lise öğrenimi devam ederken “Doruk” isimli bir dergi çıkardı. İlk öykü denemelerinde Yılmaz Güney’in bütün sanatında görülen temel belirleyici özellik, “yoksulların hayatını” çıkış noktası alması; kendi içinden geldiği, kendisinin parçası olduğu halkın sorunlarını işlemesidir.
Sansür daha lisedeyken karşısına çıkar. Lisedeki okul duvar gazetesi için yazdığı, hasta karısını şehre getiren ve parası olmadığı için doktora tavuk vermek isteyen yoksul köylüyü anlatan öyküsü yayınlanmaz.
Bu yıllarda yazdığı öyküleri edebiyat dergilerine göndermeye başlar. “İlk önemli öykülerim” olarak nitelendirdiği “Ölüm beni çağırıyor” ve “Ezilmenin sonu yok” 1956 yılında “Yeni Ufuklar” dergisinde yayınlanır. Aynı yıl “Onüç” adlı dergide yayınlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” başlıklı öyküsünde “komünizm propagandası yaptığı” gerekçesiyle yargılanır, bir buçuk yıl hapis, 6 ay sürgün cezasına çarptırılır.
Yılmaz Güney sanata ilk adımlarını edebiyat alanında attığında, gerçekçi, halktan yana, düzene karşı bir sanatçıdır. Ve bu niteliklerini kavrayan düzen tarafından cezalandırılır. Fakat bu cezalandırma onu yıldırmaz.
Yılmaz Güney, en başından itibaren sanatı yoksul kitlelerin durumlarını yansıtmak ve değiştirmek için bir araç olarak kavrar. Bu kavrayış onu, edebiyat alanında ilk eserlerini verirken tanışıp vurulduğu, geniş kitlelere ulaşmanın en etkin aracı olarak gördüğü sinemaya doğru iter.
Arkadaş çevresinde “Yazar Yılmaz” diye anıldığı bir dönemde, o öncelikle senaryo yazarı, sonra oyuncu, sonra yönetmen olarak sinemacı Yılmaz olur. Süreç içinde yaşadığı toplumsal gelişmelere koşut olarak, siyasi sosyalist-komünist bilinçlenmesi doğrultusunda yaptığı filmlerle ülkelerimizde devrimci-sosyalist sinemanın en önemli ismi haline gelir.
Geniş halk yığınları Yılmaz Güney’i sineması üzerinden tanır. Sanatçı olarak Yılmaz Güney, bu alana edebiyatla girmesine rağmen esasta sinemacıdır. Yılmaz Güney, ülkelerimizin en önemli ve bugüne kadar aşılamayan sosyalist-komünist sinemacısıdır.
Yılmaz Güney’in “Hıltan” öyküsünü gün yüzüne çıkaran, yayınlanması için bize gönderen amatör araştırmacı Hakan Meriç’e, öyküyü yayınlamamıza izin veren Yılmaz Güney ailesine teşekkür ederiz.”
Yeni Yaşam gazetesi olarak, Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi’nin izni ile Yılmaz Güney’in söz konusu öyküsüne orijinal halini bozmadan yer veriyoruz:
Hıltan
Yılmaz Pütün
Güneş kaybolupta, bulutların ucu bakır rengini alınca, sararmış hıltanları hışırdatan bir rüzgâr çıktı. Felhan çeken motorların ışıkları yandı. Yıldızlar çiftleşip çoğaldı. Beyaz çadırlar yağ kokusu, duman, kadın, kız, erkek içinde karardı.
Yeşilden kırmızıya dönmüş koza yaprakları parlaklıklarını yitirdi. Çadırlarda isli gaz fenerleri, çatal çatal bir ışıkla ortalığı aydınlattı.
Su getiren varil arabasının arkasından çocuklar, ellerinde tenekelerle, cerelerle koştular. İhtiyarlar ateş yakmak için çalı çırpı topladılar. Kızlar bulgur, yarma ayıkladı. İhtiyarlar çalı getirince, kadınlar ateş yaktı. Her çadırın önünde, gölgesi savanlara düşen bir alev yükseldi.
Tahir, ayakları koza dallarına sürte sürte geldi. “Bugünde bura yırtıldı.” dedi. Böbü gözlerini kaldırdı. Tahir’in kucağındaki hıltanları aldı. Yüzünde karışık anlamların izleri belirdi. Hıltanları, ocağın yanı başına attı. “Hıltan,” dedi “yine mi hıltan? Toplama bir daha. Belki elli defa söyledim, koku yapıyor, hem de iyi yanmıyor.” Tahir üstünü çırptı. Yırtılan yerlerin uçlarını birleştirdi. “Napim, kokusu hoşuma gidiyor.” dedi. Ateşe atılan hıltanların ucundan boz bir duman çıktı. Tahir’in başı dumanın içinde kayboldu.
Böbü, öksürerek konuştu. “Su getir,” dedi. “Varilde su kalmıyacak nerdeyse!” Tahir tenekeyi aldı. Varile gitti. Varil arabasına bağlı iri boynuzlu öküzler, arabanın okuna pislemişlerdi. Küçük sinekler, saçak saçak kuyruğunun yanlarında dönüyorlardı öküzlerin. Musluğun altı çamur olmuştu. Tenekeyi doldurdu. “Merhaba Tahir.” dedi biri. “Merhaba Şıho Dayı,” diye yanıtladı. Şıho dişsiz ağzını açtı. Pap pap konuştu. Kırmızı toprak ceresini doldurdu. Tahir’in arkasından yürüdü. Kavuştu. “Ne olmuş seninki?” dedi. Tahir, yeni yırtılan bir yerine bakarak: “Bin sekiz yüz seksen dört kilo.” dedi. Şıho, ağzındaki tükrükleri Tahir’in yüzüne boşlatarak pap pap etti yine. “On kuruştan eder yüzsesen lira, kırk kuruz. İki yüzü geçersiniz.”
“Belki.”
“Kışın ne yaparsın?”
“Bakalım. İş bulamazsam hamallık ederim yine.”
“Hamallık mı? İyi para var mı bari.”
“Belli olmaz ki. Bakarsın bir günde üç-dört. Bir gün de olur hiç alamazsın. Tutulmaz ki Şıho Dayı…”
“Demek tutulmaz. Böbü çalışır mı?”
Tahir, tenekeyi öbür eline aldı.
“Böbü.” dedi “Böbü hep yatar. Yakındır yatağa girmesi. Kuşlar nerdeyse gidecek.”
“Kuşlar gidecek mi? Kuşlarla ne ilgisi var Böbü’nün. Hem hangi kuşlar?”
“Kırlangıçlar; leylekler falan…”
“Kırlangıçlar gidince hasta mı olur hemen?”
“Hemen.”
Şıho belini dikleştirdi. Cerenin bulunduğu yana biraz daha büküldü. Başını salladı. Pap pap etti. Yan gözle Tahir’e baktı.
“Bir cıgara verde içek.”
“Valla cıgaram yok Şıho Dayı. Olsa da beraber tellesek iyi olur ya. Anasını satim, yok işte.”
Böbü, ortasında birkaç delik olan hasırı, çadırın önündeki boşluğa sermişti. Domatesli, sulu pilav pişirmişti. Sıcak bir buğu tencere kapağının aralığından püskürüyordu. Tencereyi indirip; ateşin üzerine ekmek sacını koydu. Ekmek tahtasında, hamuru geniş geniş açtı. İncecik incecik yaptı. Sacın üzerine attı. Az sonra hamur kabardı. Ters çevirdi. Alevlerin arasına soktu, çıkardı. Kahverengi olmuş kısımlar şişti, yanık ekmek kokusu boz hıltan kokusuna karıştı gitti.
Ekmekler pişirilince beyaz bir beze sardı. Toprak bir kaba pilav koydu. Bir ekmeği dörde katlayıp pilavın üzerine serdi. Tahir’e: “Bunu Şıho Dayıya götür” dedi “Dönüşte pıntılıştan iki baş soğan al.”
Şıho, bir çöpe beş tane biber takmış kızartıyordu. Alevlenmiyen çalıları üfledi. “Tahir,” dedi. “Bende senin gibi hıltan kokusunu seviyorum. Şu insanlar çok tuhaf değil mi? Benim bir arkadaşım vardı, eşşek fışkısının kokusuna bayılırdı. Ona eşşek İsmail derdik.”
Kızarmış biberlerden ikisini Tahir’e verdi: “Bunu Böbü’ye götür.” dedi. Ağzını onun kulağına dayayıp bir nenler fısıldadı. Tahir bozulur gibi oldu.
Şimdi, her çadırda bir ateş, bir duman, her çadırda bir kap yemek vardı. Çocuğun biri, ellerini bacaklarının arasına kıstırmış, bir arkaya, bir öne eğiliyordu. Her eğilişinde: “Dukul” diyordu. Doğrulunca annesine yaklaştı. Örtünün altından çıkmış siyah saçlarını parmaklarına doladı. “Ana,” dedi, “Dukul ne demek?”
Kadın yağ tavasını ateşten indirdi. Fokur fokur kaynıyan çorbanın üzerine döktü. Ağızları sulandıran bir cızırtı, bir koku, kırmızı biberlerin arasına yayıldı.
“Dukul mu?” dedi. Ters ters baktı çocuğa. Gözlerinin beyazı irileşti.
“Heye.” dedi çocuk.
Kadın, çorbadan tavaya koydu. Tavanın yağını iyice aldıktan sonra tencereye döktü. Çorbanın üzerinde parlak, kırmızı bir tabaka belirdi. Sonra kırmızılar ortaya toplandı. Kenarlarda, kaynamış mercimek tanelerinin kesik uçları göründü.
Kadın, çorbadan bir kaşık alıp tadına baktı.
“Kim dedi?”
Çocuk, kötlü toplamaktan soyulmuş tırnak uçlarını kemirdi.
“O Kürt varya. Hani o gece seni sıkıştırıyordu, ben gördüm. O işte.”
Kadın başını başka yanlara çevirdi. Söyliyecek nen bulamadı.
“Niye söyledi?”
“Neblim ben. Dukul diyor hep.”
“Dukul iki delik demektir.”
Dizlerinin üzerinde dikleşti. Boynunu sağa büktü.
“Nasıl iki delik?”
“Bildiğin gibi iki delik işte.”
“Kürt hep kadınlara diyor ama. Yani sen de mi dukulsun?”
“Ağzına biber korum ha! Sersem. Bir daha böyle söyleme.”
“Niye ana. Peki senin dukulun yok mu?”
“Tavayı elinde salladı. Gözlerini gözlerine yaklaştırdı. Çocuk kirpiklerini kırpıştırdı. Dudaklarını büzdü.
“Ağzını açarsan kırarım çeneni, anladın mı sersem kafalı.”
Tahir, çocuğun karşısında durdu. Kadına: “Böbü iki baş soğan istiyor.” dedi. Kadın çadıra girdi. Çocuk Tahir’e yaklaştı. Ellerini tuttu. Tahir’in erkekliği uyandı. Çocuk, “Dukul ne demek?” diye sordu. Tahir güldü. Kadın çadırdan çıktı. Soğanları Tahir’e verdi. Tahir çadırdan uzaklaşır uzaklaşmaz, kadın çocuğun kafasına pabuçla vurdu. Kulağını kıvırdı.
“Bir daha Dukul diyecen mi?” dedi. Çocuk, kadının ellerinden sıyrıldı. Başını kaldırdı: “İyice anlatmazsan diyecem.” diye bağırdı. “İstersen öldür.”
Kadın çocuğu çadıra çekti. Donunun uçkurunu çözdü. Alt donunu da sıyırdı. Çocuğun kolundan tutup kendine çekti.
“İşte bu,” dedi “İyi bak.”
Çocuk gözlerini kapayıp dışarı koştu. Kınkırmızı olmuştu. Ellerini yüzüne kapayıp ağladı.
Şıho’nun hıltanlı ateşinden başka bütün ateşler söndü. Böbü’den başka herkes uyudu. “Dukul” diyen çocuktan başka herkes tok yattı. Pıntılıştan başka herkes kocasının keyfini getirdi.
Aralık 1956
(Seçilmiş Hikâyeler Dergisi – Cilt: 12 – Sayı: 59)
Hıltan: Bir çeşit bitki, ot.
Felhan: Taşsız, kumsuz toprak – tarlayı sürme.
Cere: Toprak testi.
Nen/Nenler: Şey – şeyler
Yarma: Aşurelik buğday.